İnsan, kendi kendine var olmamıştır, bir tesadüf eseri de değildir. Bu nedenle insanın varlığının anlamını kendi kendine ya da tesadüfen bulmasını beklemek mantık dışıdır. İnsan, “ne olduğu” sorusunun ardından sorar “neden var olduğu” sorusunu. Din ve felsefe insanı farklı tanımlasa da ruh ve beden bütünleşmesini her ikisi de kabul eder. Bunlardan birini diğerine üstün tutan dini ve felsefi görüşler insanın dünyaya karşı tutumunu kendi bakışları itibariyle izah etmeye çalışırlar. Bu izahlara göre insan bedeni ihtiyaç ve isteklerini doyurmak zorunda olan düşünen bir hayvandan ruhi derinliğini tatmin etmek zorunda olan şerefli bir varlığa kadar geniş bir zeminde kendine yer bulur. Bu iki zıt görüşü dengelemeye çalışan tanımlamalar da vardır.
İslam; son, esas ve tek din olması itibariyle insanı nasıl tanımladığı ve insanın varlık sebebi hakkında neler söylediği bizim için esas ölçüttür. İnsan, Cenab-ı Hakk karşısında kul yani “abd” olarak, varlık sebebi de Allah’a kulluk yani “ibadet” olarak açıklanmıştır. Bu tanımlama akli bir tanımlama olması dolayısıyla gönül ehli olanlar için eksiktir. Çünkü yaradılışın sırrı olarak izah edilen ”aşk” bu tanımların dışındadır. Peygamber Efendimizin (sav) kendisine islam’ın şartlarını soran ve “Bunları yaparım ancak fazlası yapmam” diyerek huzurundan ayrılan bir bedevi için mecliste bulunan ashabına “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu gitti, cennetlik bir kul görmek isteyen bu adama baksın” şeklinde buyurduğu hadis ravilerince rivayet edilir. Bununla beraber Efendimizin (sav); “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe (kamil manada) iman etmiş olmazsınız." buyurduğu bilinir. Peki, bu iki hadisin de doğruluğunu kanıtlayan prensip nedir? Kişi bildiğinden mesuldür. Zümer suresinin; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” mealindeki ayeti kul ile Allah arasındaki ilişkiyi belirleyen esas ölçünün ilim olduğunu ortaya koyuyor. Peygamber Efendimiz gerek icraatlarında gerekse beyanlarında ilmin önemini göstermiş, İslam’ın hâkim olduğu yüzlerce yıl boyunca pek çok bilimsel gelişme yaşanmış ve nihayet Avrupa’da Rönesans ve reform hareketlerinin tetikleyicisi olmuştur.
İlmin kaynağı şüphesiz Allah’tır. İlmi talep eden herkes nasibince öğrenir. Kitaptan ve mektepten öğrenilen ilmin yanında bir de Cenab-ı Hakk’ın gönüllere bahşettiği sır vardır ki “irfan” sözcüğü bu sır için kullanılır. Kâinatın yaradılış sırrı aşktır dedik. Aşk, kitaplardan okuyarak öğrenilecek bir bilgi olmayıp ancak kalbe ilham edilebilir. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, kâinatı yarattım.” mealindeki hadis-i şerif Cenab-ı Hakk’ın kendi sırrına erilmesini arzu ettiğini ifade eder. Yine Ahzab suresinde; “Biz emaneti göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi, şüphesiz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” mealindeki ayet de insana yüklenen bu sırra işaret eder. İnsanın bu cehaleti Allah’ın ilk emri olan “Oku” ayetini de izah eder. Bakara suresinde; “Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” buyrulur. Ayet ve hadislerde çok defa Allah’ın ilmi ve kudreti karşısında insanın acziyeti vurgulanır. İşte bu acziyetin teslimiyete dönüşmesi ve yaradılıştaki sırrın hayranlıkla temaşası ve şükür, tasavvufun çıkış noktaları olmuştur.
Tasavvuf ve sufi kelimeleri Kur’an ve hadislerde yer almamakla birlikte Peygamber Efendimiz ve sahabeler döneminde hatta tabiin döneminde de tasavvuflar yoktur. Prof. Dr. Kadir Özköse, bu durumu izah ederken; Peygamber Efendimizin sohbetinde bulunmuş kişilerin bu lezzetin haricinde bir arayışa girmediklerini, tabiin diye ifade edilen sahabelerin sohbetlerinden nasiplenenlerin de tasavvufa ihtiyaç duymadıklarını ancak daha sonraki yıllarda gerek Müslümanların ekonomik olarak refaha kavuşmaları gerekse dünyalık telaşlarının artması gibi nedenlerle Allah sevgisinin sırrına ermek isteyenlerin tasavvuf yoluna girdiklerini söyler.
Tasavvuf, pozitif bir bilim ya da disiplin olmadığı için tek geçerli tanımını yapmak mümkün değildir. Her mutasavvıf fıtratına ve derecesine göre farklı tanımlar yapmıştır. Hocamız; Seyyid Hüseyin Nasr'ın Modern Dünya’da Geleneksel İslam kitabından alıntıladığı “Tasavvuf insan gönlünün İlahi tecellilere mazhar olmasını hedefler. Bu sebeple talimden (öğretim) çok terbiyeyi (eğitim) benimsemiştir.” sözleriyle tasavvufun bir öğrenme sürecinden öte eğitme ve yaşama süreci olduğunu vurgular. Hocamızın işaret ettiği bir diğer ayet, Bakara suresinde yer alan; “Allah’tan korkun, Allah size öğretsin.” mealindeki ayettir. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere tasavvufta bilginin en önemli kaynağı Kur’an’dır. Ayrıca hadis ve sünnetler de tasavvufi bilginin dayanak noktalarını oluşturur. “Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvani ve nefsani hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.” mealindeki hadis gereğince mutasavvıflar “ölmeden evvel ölmek” düsturunu benimsemişlerdir. “Eline, beline, diline sahip ol” öğüdü Bektaşî dervişleri başta olmak üzere pek çok sufinin şiarı olmuştur. Tasavvuf; dervişlerin dünyadan el ayak çekmemesi ve halka hizmeti Hakk’a hizmet sayarak bir meslek icra etmesi, üretime katılması nefsini öldürmeyip Hakk’ın razı olacağı işlere yönlendirmesi gibi özellikleri bakımından Hristiyanlıktaki ruhban sınıfından ayrılır.
Hocamız tasavvufi ahlak ile ilgili Muhammed b. Ali Kessab’ın “Tasavvuf şerefli bir zamanda, şerefli bir insandan, şerefli bir toplulukla bulunurken zuhur eden şerefli huylardır.” tanımını veriyor ki mürit ve mürşit arasındaki ilişkiyi de ifade ediyor. Hucurat suresinde yer alan “Bedeviler iman ettik, derler. Sen onlara şöyle de: hayır iman etmediniz. Siz ancak Müslüman olduk, İslam dairesine girdik, deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize girmemiştir.” mealindeki ayet imanın esas lezzetinin gönül yoluyla alınabileceğini de ifade eder. İşte mürşit gönül sohbetleri ve tarikat adabınca dervişlerin nefis terbiyelerini tamamlarken onların gönüllerini de ihya ederek imanın lezzetine varmalarını sağlar. Elbette her insanın fıtratı ve gönül zenginliği farklıdır. Bu da tasavvuftaki derecelerinin farklı olmasını sağlar.
Tasavvufta en merak edilen konulardan biri de keramettir. Gönül gözü açık bir Allah dostunun, Allah’ın bir ikramı olarak zor işleri kolaylaştırmasına keramet denir. Tarikata yeni girmiş olan dervişlerin şevklerini artırması bakımından önemli bir işlevi olan kerameti tasavvuf ehli pek önemsemez hatta nefsin hoşuna gitmesi sebebiyle şeytanın hilesi olabileceğinden keramete karşı mesafeli dururlar. Esas kerametin hizmet ve ibadet olduğunu belirtirler. Bununla beraber pek çok derviş kendi şeyhinde gördüğü halleri kerametle izah etmeyi sever.
“Şeyh uçmazsa kerametle eğer / mürid uçurur ta be-kamer” beyti de bu durumu izah eder.
Seyahat, tasavvufun önemli bir unsurudur. “Gurbet olmadan kurbet olmaz” düsturunca dervişler önce kendilerini masivaya bağlayan bütün sevdiklerinden uzaklaşarak Allah'a yakınlaşmayı hedeflemişlerdir. “Bir milletin efendisi o millete hizmet edendir.” hadisindeki müjde sufilerin kendilerini halkın hizmetine sunmalarına yeter de artar bile. Sufiler, İlahi aşkı ve yaratılana sevgiyi hayatlarının merkezine koymuşlardır. Yunus’un; “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” sözleri ile “Dövene elsiz gerek / sövene dilsiz gerek / derviş gönülsüz gerek / sen derviş olamazsın” dörtlüğünde dervişin gönlünde Allah sevgisi ve Allah korkusundan başka dünyalık bir sevgi ve nefrete de yer yoktur.
Tasavvuf ehli esas bilginin ancak gönle ilham edilebileceğini düşünürken kitabi bilgiye sırt çevirmez. Kaldı ki kelam yoluyla edinilen bilgilerin üstüne ilham edilen bilgilerle mertebelerin yükseleceğini ifade ederler. Anadolu’da “Bir şeyi kırk defa söylersen gerçek olur” diye bir söz vardır. Dil ile tekrar edilenler zamanla gönülden söylenmeye başlanır ve gönülden istenen şey de Allah’ın inayetiyle gerçek olur. Dervişlerin dillerindeki virdler de onların mertebelerini artırmak için tekrar ettikleri dualardır.
Hasılı, sufiler Allah’ın vaadi, Peygamber Efendimizin müjdesi olan sonsuzluk yurdunun talimini bu dünyada yapmış gül yaprağından hafif, pamuktan yumuşak insanlardır. Erdem Beyazıt’ın ifadesiyle;
“…
Ölümsüzlüğü tattık
Bize ne yapsın ölüm.”
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com