Sıkıştığımız köşede uykularımız derin değil artık. Tedbir ve teyakkuz birleşti, tedirginlik arttı. Ceylan Uykusu'dur bu. Ayşegül Genç'in harikulade öykülerinin bir araya gelişidir. Maddeyi manayı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini; okurken kimi zaman şiir okuyormuş gibi hissettiren dil hüneriyle ortaya serişidir. Hayatın akışında nadiren karşılaştığımız bazı nesnelerden bahsederken içimizi büker, kalabalıklarla konutlar arasında gözden kaybolduğunu düşündüğümüz hâl ehli kimselerden bahsederken yüreğimize su serper. Peş peşe iki misal verelim:
"Bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor. Ölmeden önce anlaşılacak bir durum değil bu. Bir hastaya babacım beş dakika kalk da ölüm döşeğinin çarşafını değiştirelim denilmez. Yahut ölüm döşeğini yan odaya taşıyalım, pencerenin önüne koyalım gibi lakırdılar da edilmez. Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir." (sf. 15)
"Ahmet Bey, dini ilimlere önem veren, gece gündüz ibadet etmeye çalışan, ibadet etmediği anların yerini meşru davranışlarla doldurmaya gayret eden, secdenin üzerinde derinleşmişken "derin değilsem sebebi var" diyerek gözyaşlarına gark olan biriydi. Eşi Hatice Hanım kendisi bilmese de hâl ilminde pek ilerideydi. Gönlün sahibine yâr olsam yeter derdi. Kendini bil her şeyi bil derdi bir de. Ahmet Bey'e namazı kıldın, gayesini de kıldın mı diye sorardı. Dudağın depreşti, kalbin de depreşsin derdi. Güzeli gör ama maksadını gözetmeyi unutma derdi." (sf. 97)
Öykülerin hemen hemen hepsi bana Gülten Akın'ın "ötekini oku, derinde dipte duranı" dizesini hatırlattı. Zira Ayşegül Genç her öyküsünde ötekini getiriyor okurun gözlerinin önüne. Bak diyor, o senin pek önemsemediğin kimseler de şöyle yaşamıştı. Gör diyor, daha önce gözünden kaçmıştı ama onda ne büyük kalp vardı. Duy diyor, yeryüzünde sesi çıkabilen tek insan sen değilsin. Kokla diyor, hem güle hem de baltaya benzeyen sümbülteberde senin için çok kıymetli manalar var. Öyküyü şiire yaklaştıran da işte bunlar olsa gerek, tüm duyuları harekete geçirişi, kalbin ritmiyle oynayışı, bir öyküden başka bir öyküye geçerken acaba bir şey kaçırdım mı, yeniden bakıp okusa mıydım diye düşündürmesi. Kitaptaki Ali Efendi’nin Gözleri adlı öykü mesela, tam böyle bir öykü. Bunca duyu organımız varken biz nasıl bu kadar duyarsız oluruz meselesine ışık tutuyor. Sonsuz, Şimdi ve Dün adlı öyküde insanın öyle veya böyle yürümeye devam edeceğini hatırlatan bir umut var. Kırlangıç Uşağı bol metaforlu olmasının yanı sıra, hani mûsıkîmizde 'meyan' diye tabir edilen bir yer vardır ya, solist orada artık bütün hünerini döker, işte öyle bir öykü. Kafesi ile uçabilen tek kuşun kalp olduğunu hatırlatan, kendine nasip olarak karanlıktan korkmamak düşenlere omuz veren...
"Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlayayım. Kendimi, kimin tökezleyip düştüğü yerden kaldırayım. Attığım her adımın kocaman ağzı var, bak. Çatılan tüfekleri, yetim kalmış bebeleri, ayrana uzanan kuru ekmeği, denkleri, fındık çanlarını, tahlil sonuçlarını, doktor odalarını yutup baba bir tas su veriyor bu adımlar. Ben de suya parmağımı batırıp kaşlarıma gözlerime sürüyorum. Yorgun dedelerden öğrendiğim gibi." (sf. 57)
Ayşegül Genç'in öyküleri bana çocukluğumda severek izlediğim dizilerin kırılma anlarını hatırlattı. Kapısı açılır açılmaz yüze vuran kokularıyla evleri. Yanında olmaktan daima güven duyduğumuz kimseleri... Sonra da şöyle dedirtti: Kimseyi özlemek istemiyorum. Depremde de hastalıklarda da beni en çok yoran düşünce bu oluyor. Her şey bittiğinde yine birbirimizin omzuna başımızı yaslayalım, şükür diyelim, kaldığımız yerden devam edelim. Ama kimseyi özlemeyelim be. Özlemek çok ağır, çok zor. Ölüm gibi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf